Yazaaneye Kaydol

Yazaanede Olan Bitenden Haberdar Ol:

Delivered by FeedBurner

Subscribe to Nevzatın Yazaanesi by Email

12 Ağustos 2022 Cuma

Düşünen "Ben" in Sonu, Duygular ve Bilgelik

Otomatik Pilot Ben

Ne zaman başladı bu yıldızlı gökler dönmeye?
Bense ne zaman başladım bu hayatı otomatik pilotta yaşamaya?
Yolda, caddede yürürken, akarken tüm hızıyla yanımdan geçip giderken hayat, hiçbir iz bırakmıyor bende,
Bisikletle süzülürken caddelerden, parklardan ve evlerin arasından,
Sabah işe giderken, akşam işten dönerken,
Işıklardan, yaya geçitlerden ve meydanlardaki kalabalıkların arasından geçip giderken hayat hiçbir bir iz bırakmıyor bende.

Yüzme havuzunda yüzerken, hatta soyunma odasında bile nasıl giyindiğimi hatırlamıyorum, 
Ne garip şey otomatik pilotta yaşamak!
Ne zaman başladım hayatı otomatik pilotta yaşamaya?
Çocukluğumdaki hayallere dalma alışkanlığımdan mı?
Normal akan hayatın sıkıcılığından ve tekdüzeliğinden mi?
Yıllar boyunca edindiğim alışkanlıkla hayallerimi tek hayatım haline getirdiğimden mi?
Ne zaman başladı bu yıldızlı gökler dönmeye?
Ne zaman başladım hayatı otomatik pilotta yaşamaya?
Kimse bilmez, Kimse bilemez!

Hiçbir zaman an'ı ve zamanın ruhunu yaşayamadım.
Bütün mevcut zamanlarımın anlarımı kaçırdım, 
hayatı hep ıskaladım.
Daha sonra bu kayıp anlarımı umutsuzca telafi etmeye çalıştım.
Hep bir faz farkı ile zamanı arkadan yakalamaya çalıştım. 
Düşünmeden (an'ı) yaşamayı neredeyse hiç deneyimlemedim.
Her zaman kafam bulutlu, sisli ve dumanlıydı. 

Atalarımızın tokat gibi sarsıcı, “düşün düşün boktur işin!” sözüyle düşünme gerçeğinin kötülüğünü ortaya koymuşlardır. Ancak ben hayatım boyunca bu sözü çok kaba bulur, aksine düşünme eylemine çok değer verirdim. Ben insanoğlunun yarattığı tüm medeniyeti düşünme yeteneğine bağlar, düşünme eylemini çok önemserdim. Zira,  bizi hayvanlardan ayıran ve tüm canlılardan üstün yapan yegane şey, soyut düşünebilme becerimizdi.  O zamanlarda eğer yeterince düşünürsem her sorunu çözebilecekmişim gibi gelirdi. Çükü, hayatım boyunca yaşadığım tüm sorunlarımı günlerce, gecelerce endişeyle düşünerek çözüme kavuşturduğumu düşünüyordum. Bu yüzden düşünme gücünü hafife alan, küçümseyen, yok etmeye çalışan felsefe ve öğretilere hep şüpheyle yaklaştım. Meditasyon gibi insanı kendi zihninin kölesi olmaktan kurtarmayı vadeden disiplinlere de bir çeşit spiritüel şarlatanlık olarak baktım. Bitmek bilmeyen düşüncelerimi hayallerimle birlikte harmanlayıp kendi kimliğim yaptım. Zira, düşüncelerim çoğunlukla bana ılık ılık, sağdan sağdan geliyorlardı. Düşüncelerim, benim çıkarlarımı koruyorlar, sorunlarımı çözmeye çalışıyorlar ve hatta, yüce egomu sarıp sarmalıyorlardı. Gün içinde yaşadığım sıkıntılı olayları tekrar tekrar bana yaşatıyorlar, bana bir çıkış yolu gösteriyorlar, ya da öfkemi ve nefretimi canlı tutmama yardım ederek egomu ölümüne savunuyorlardı. Ancak, hayatımın bir döneminde dertlerimin çoğunluğu fazla düşünmekten kaynaklandığını büyük acılar ve sıkıntılar yaşayarak öğrendim. Düşüncelerin duygularımızı oluşturduğunu ve duyguların da hayatlarımızın üstündeki olağanüstü etkilerinin ise ansiyeteye bağlı olarak uyuyamama ve panik bozukluğu gibi düşmanımın dahi başına gelmesini istemeyeceğim şeyleri deneyimleyerek öğrendim. Hayatımı kendi kendime dar etmeme neden olan korkular, pişmanlıklar, öfke, nefret gibi duyguların gücünü de bu süreçte öğrendim. Oysa ki, kendimi bildim bileli bu duygularımı ve bitmek tükenmek bilmeyen otomatik pilot düşüncelerimi (hikayeler, senaryolar ve hayaller) “ben” sanıyordum. Duygularım da o kadar güçlüydüler ki, beni bir sel gibi önlerine katıp sürüklüyorlardı. Ne öfkemi ne de korkularımı dizginleyebiliyordum.

Aslında kafamıza düşüncelerin gelip gitmesi normaldi. Çünkü, bizler birer insan idik. Ancak sorun bu düşüncelere inandığımız zaman başlıyordu. Düşüncelere inanmaya başladığımızda endişeleniyor, kaygılara kapılıyor, korkuyor, panik yapıyorduk. Kötü ve negatif düşüncelerin insanı stres, anksiyete ve depresyona soktuğu neredeyse herkes tarafından biliyordu. Çünkü, bu duygular bol bol kortizon ve adrenalin salgılamamıza neden oluyorlardı. Kanımızdaki belli bir düzeyin üstündeki adrenalin ise bizi anksiyete, depresyon  ve panik atak gibi hastalıklara yol açıyordu. Bunun yanında ılık ılık, sağdan sağdan yaklaşan pozitif düşüncelerin de en az negatif düşüncelerimiz kadar tehlikeli olduğunu şimdilerde anlıyorum. Çünkü ilk başta bizi ve çıkarımızı koruyor görünen otomatik düşünce sistemleri bizleri farkına varmadan tamamıyla tıpkı (parmak kapanı gibi) sarmalından kurtulamayacağımız düşünce girdabına düşürmekteydi. Ünlü düşünür Satre “Hayallerimi öldürdüm, çünkü benim şimdimi çalıyorlardı.” der. Aslında hayallerimiz ve otomatik pilotta çalışan, hikaye ve senaryolar üreten zihnimiz sadece şimdimizi değil yarınlarımızı da çalmaktadırlar. Zira, hayatın yaşandığı “şimdimizi" çalan otomatik pilot zihnimiz, şimdiyi telafi edebilmek için daha sonra kaybettiği anları telafi etmeye çalışmaktadır. Ancak bu esnada yine yeniden şimdilerimizi feda etmektedir. Bu tür zihin yapısıyla yaşayan bireylerde (mesela ben) telafi edilmesi imkansız kayıplara neden olmaktadır.  Bu nedenle sürekli bir zaman kayması ve geride kalıyormuş hissi oluşmaktadır. Satre'nin sözlerinin ötesinde bence, olumsuz yada olumlu düşüncelerimizi de öldürmeliyiz. Çünkü bizim çıkarımıza gibi görünen masum her bir düşünce ve fikir (keşke şunu deseydim, gelecek sefere şöyle yapacağım, böyle kendimi ezdirmeyeceğim…vb) biz istemeden duyguları tetiklemekte ve bize büyük zararlar vermektedir. Zira bilimsel araştırmalarda insan zihninin otomatik modda çalışan ve arka planda devam eden düşünceler üreten (abstract özet düşünceler) kısmının, şimdi mevcut durum ve gerçek sorunlar için mesai sarf eden (somut düşünceler merkezi) pre frontal korteksine nazaran daha çok strese ve kaygıya neden olduğu tespit edilmiştir. Daha doğrusu duygular beynin otomatik düşünce sistemi bölgesi tarafından yaratılmaktadır. Bizi gülümseten, korkutan yada heyecanlandıran anılarımız, korkutan yada kaygılandıran gelecek senaryoları, keşke onu deseydim yada öyle yapmasaydım...vb tekrarlanan geçmiş hikayeleri beynimizin otomatik pilot bölgesi tarafından yaratılır. Duygular ise vücudumuzun (gerçek veya kurgusal) her olaya verdiği tepkilerdir. Bu durum belki de, insanoğlunun yaradılışından gelen en büyük kusurudur (bug). Yani, bizi zihinsel olarak hasta eden şeyler kendi öz duygularımızdır. İçimizdeki acelecilik de zihnimizin otomatik pilot bölümü yüzünden oluşur. Hikaye yaratan zihnimizin şimdi burada olmasına rağmen başka bir yerde olmak istemesinden kaynaklanır. Burada farkında olan zihnimizin (pre frontal cortex) yapabileceği hiçbir şey yoktur. Çünkü biz o anda hikayeye angaje olmuş ve hayatımızın kontrolünü (otomatik pilot kısmına) kaybetmişizdir. O anda stres hormonları sonuna kadar vücuda basılmış duygusal kırılımlar (öfke, kaygı, korku…vb) kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu tür büyük duygusal kırılımlar da maalesef kendi acımızı artırmakta ve kendi kendimizi hasta etmektedir.  

 
Hayatta kalma mekanizmasında en kritik rol oynayan beynimiz vücudumuzun sahip olduğu enerji enerjinin büyük bir bölümünü harcamaktaymış. İşte bu yüzden zihnimiz gün içinde alışkanlıklarımız olan şeyleri yaparken (ki şöylenene göre tüm zamanımızın %95 inde) enerji tasarrufu yapmak için otomatik pilot moduna geçmekteymiş. Eckart Tolle’nin beynimi kanatırcasına zorladığı ve anlamak istemediği “siz düşünceleriniz ve duygularınız değilsiniz” sözleri şimdilerde yerini ve anlamımı buluyor. Biraz farklı bir açılımla bu önerme çok daha doğru bir hale geliyor. Bizler, elbette zihnimizin otomatik pilotta çalışan, hayaller kuran, düşünceler üreten, senaryolar yazan ve hikayeler uyduran (ruminasyon yapan) düşüncelerimiz değiliz. Zira, kendimizi, düşüncelerimizi ve duygularımızı farkında olan zihnimiz ile  gözlemlediğimizde bu otomatik düşünce sistemi kendiliğinden durmaktadır. Çünkü an'ı yaşayan, gözlem yapan ve spontane çalışan zihnimiz Pre Frontal Cortex denilen entelektüel zihnimiz tarafından idare edilmektedir. Beynimizde aynı anda her iki düşünme sistemi  çalışmadığı için hayallere, hikayelere, senaryolara ve kaygılara dalan zihnimiz öz gözlem anında kendiliğinden durmaktadır. Günümüz dünyasında faydaları her gün daha da anlaşılan meditasyon disiplini, bu gerçeğe dayanmaktadır. Meditasyon disiplini büyü, spirütüel olaya yada doğa üstü bir keramet kaynaklı değil, gözlemleyen "Ben"i uyandırarak, otomatik pilottaki zihninin durmasını sağlamaktadır. Otomatik pilot zihin durunca, zihnimizin kendimizi hasta eden duygularımızın neden olduğu kortizon ve adrenalin salınımları da engellenmektedir. İşte bu yüzden düzenli olarak meditasyon ve farkındalık disiplini edinen insanlar çok daha verimli çalışmakta, anı yaşamakta, kişisel ve meslek hayatlarında çok daha başarılı olmaktadırlar. Diğer yandan meditasyon, duygularımızın sebep olduğu zihinsel rahatsızlıklardan (anksiyete, depresyon, panik atak...vb) kurtulmamıza da yardımcı olmaktadır.

Düşüncelerimize çok dikkat etmeliyiz! Çünkü düşüncelerimiz duyguları, duygular da davranışları ve vücudumuzun tepkilerini oluşturur. Bu manada anksiyete, depresyon, panik bozukluk… vb gibi zihinsel hastalığın sebebi ve körükleyici unsuru bizi korumaya ve hayatta tutmaya çalışan kendi (öz) duygularımızdır. Bu yüzden boş yere duygularımızı tetiklememeli, bunun için ise, otomatik düşüncelerimizi ve hayallerimizi (korkuya ve kaygılara sebep olan) olabildiğince engellemeliyiz. Daha iyi ve daha güçlü bir zihin yapısı için adeta kendi kendimizi “şimdiye” mahkum etmeliyiz. Tarihte bu yüzden bir çok düşünür ve filozof an'ı yaşamayı ve gereğinden fazla düşünmemeyi bilgelik ve erdem olarak görmüşlerdir. 

Dr. İbrahim Bilgen'den Özlü Sözler

*Düşünceler güneş gibidirler, doğarlar ve batarlar. Düşünceler birer dalga gibidirler, yükselirler ve alçalırlar.
*Düşünce, olabilirliği muhtemel, olasılığı düşük olandır. Gerçek ise yalnızca gerçektir.
*Düşüncelerden korktukça, kaçtıkça ve onlara karşı önlemler aldıkça onların tuzağına düşmüş olursun. Tıpkı bir parmak kapanı gibi kaçmaya çalıştıkça düşünceler güçlenirler. Ne kadar düşüncelerinizle mücadele edip onlarla itişirseniz düşünceler artık size sahip olur! 
*Cesaretli olan insan hiç korkmayan bir insan değildir, cesaretli olan insan korkuyor olmasına rağmen orada durmaya devem eden insandır.

 
SON

14 Haziran 2022 Salı

Hayvanlardan Neler Öğrenebiliriz?

Her ne kadar insanoğlu kendini kibirle tüm hayvanat ve nebatatın üstünde görse de, hayvanların hayatı insanlar için ibretler ve büyük derslerle doludur. Şöyle ki:
  • Hayvanlar geçmişte ve gelecekte yaşamazlar, onlar yalnızca şimdiki zamanda yaşarlar.
  • Hayvanlar gelecek için endişelenmez, asla gerçekleşmeyecek şeyler için korkmazlar.
  • Hayvanlar hayatta olanlardan veya olmayan şeylerden ötürü kendilerini suçlamazlar.
  • Hayvanlar kendilerini ve kendi bedenlerini beğenmemezlik yapmazlar, kendilerini çirkin ve beceriksiz bulmazlar. Aksine, hayvanlar kendilerini ve bedenlerini koşulsuz şartsız severler.
  • Hayvanlar kendileri dışındaki dünyayı kontrol etmeye uğraşmazlar.
  • Hayvanlar olana karşı direnmezler, olanı olduğu gibi kabul edip hayatları için önlerine bakarlar.
  • Hayvanlar ego ve süper ego taşımazlar. Dolayısıyla kendilerini olduklarından farklı gösterme kaygısı veya kasıntısı taşımazlar.
  • Hayvanlar utanma duygusu bilmezler, yapıp ettiklerinden dolayı utanç ve pişmanlık yaşamazlar.
  • Hayvanlar can sıkıntısı nedir bilmezler.
  • Hayvanlar bulundukları koşulları yadsıyıp hayallere dalmazlar.
  • Hayvanlar hüzün, melankoli ve nostaljiye de kapılmazlar.
  • Hayvanlar hayatlarında biz insanlar gibi “garanti ve kesinlik” peşinde koşmazlar. Hayatın belirsizliği onları ürkütmez ve hasta etmez. Çünkü hayatın belirsiz ve kestirilemez olduğunu içten içe bilirler. 
  • Hayvanlar hayatı tüm sürprizleriyle birlikte olduğu gibi kabul ederler. Bu yüzden yersiz kaygılara kapılmazlar.
  • Hayvanlar yaralandıkları zaman kendi yaralarını yalarlar ve hastalandıkları zaman (umutsuzluğa be olumsuz düşüncelere kapılmadan) metanetle bekleyerek kendi kendilerini iyileştirirler.
  • Hayvanlarda ego kaynaklı yüksek beklentiler olmadığı için insanlara koşulsuz şartsız bağlanırlar ve insanlara en ucuz maliyetle sevgi kaynağı olurlar.
  • Hayvanlar da insanlar tarafından küçümsenir, aşağılanır veya şiddet görürlerse, aynı insanlar gibi korkmayı, utanmayı ve değersizlik duygusunu (öğrendiklerini) yansıtırlar.

İnsanı insan yapan şeylerden ve bizi hayvanlardan ayıran şeylerden biri insanın soyut olarak düşünebilmesi ve dürtülerle hareket etmemesidir (ki bazımız dürtüleri ile hareket etmektedir). Bu özelliğimiz bizi hayvanlardan ayıran en temel yönümüzdür. Ancak diğer yandan da insanın insan olma özelliğinin yükü olan aşırı düşünme alışkanlığından kurtulmak isteriz. En eski insanlık tarihinden beri alkole yada uyuşturucu maddelere bu denli düşkün olmamızın altta yatan nedeni belki de budur. İnsanlığımızdan (insan olmanın getirdiği kasıntılı üst kimliklerin ağırlığından ve düşünme hastalığından) bir nebze de olsa kurtulabilmektir. Paradoksal bir açmaz gibi bir durum olsa da aslında konu anlaşılmaz değildir. İnsanın hayatında ve hayatın tüm veçhelerinde bir dönüşüm ve devinim ve gel-gitler vardır. Düşüncelerimize çok dikkat etmeliyiz! Çünkü düşüncelerimiz duyguları, duygular da davranışları ve vücudumuzun hayata karşı olan tepkilerini oluşturur. Bu manada anksiyete, depresyon, panik bozukluk… vb gibi zihinsel hastalığın sebebi ve körükleyici unsuru bizi korumaya ve hayatta tutmaya çalışan kendi (öz) duygularımızdır. Bu yüzden boş yere duygularımızı tetiklememeli, bunun için de düşüncelerimizi ve hayallerimizi (korkuya ve kaygılara sebep olan) bir şekilde engellemeliyiz. Adeta kendi kendimizi tıpkı hayvanların doğal olarak yaptıkları gibi “şimdiye” mahkum etmeliyiz. Daha iyi ve daha güçlü ve daha esnek bir “BİZ” için…

Son Söz:*Görünen odur ki, insanlığın zirvesi, insanın insanlığından (ağırlıklarından) kurtulmasıdır.

11 Mayıs 2021 Salı

Mükemmel Kadınlar Çizmek

 

Ancak erkekler olarak çuvaldızı hep kadına batırırken biraz da artık iğneyi kendimize batırmamız gerekiyor. Adeta Manga nın "Bir kadın çizeceksin" şarkısında olduğu gibi kadınları hep hayalimizdeki kadınlara çevirmeye çalışıyoruz. Hep kadını eleştiriyor, kadını değiştirmeye çalışıyoruz. Adeta hayalimizdeki mükemmel kadını çizmeye çalışıyoruz. Mükemmel kadın nasıl biridir? Erkekler olarak hayalimizdeki kadın, Victoria's Secret melekleri kadar güzel olmasa da, güzel ve çekici olmalı. Bakımlı, kendi şıklığına önem veren bir dişi olmalı. Aktif çalışan veya sosyal olarak hayatın içinde biri olmalı. Genel kültürü , bilgisi görgüsü olan biri olmalı. Tüm sıcaklığı ve dişiliğinin gücünü birlikteliğine yansıtmalı. Kültürlü, sinemaya tiyatroya giden, entelektüel yaşamdan bilgisi olan, eşine farklı sürprizler yapan, kişisel temizliğine önem gösteren, evinde hijyene önem veren, çocuk yetiştirme de hassas olup, çocuklarının ahlaklı ve görgülü olmasına gayret eden, onları disipline eden, dinine ve eşine sadık... Bu konu ile ilgili olarak, sosyal medyada "modern women" adlı bir gönderi görmüştüm. Toplumun, medyanın, sosyal çevrelerin, erkeklerin, sanat ve entelektüel camiaların kadının omuzlarına yüklediği taşınması inanılmaz ağır yükü gözler önüne seriyordu. Diyordu ki; Modern kadından beklentiler:

Temiz bir ev,

Sağlıklı ve özenli yemekler,

Tertemiz kıyafetler ütülenmiş ve katlanmış yerinde,

Tüm zamanlı çalışma ve iş hayatı,

Fit, bakımlı ve güzel bir görünüş,

Mükemmel bir seks hayatı

Bu mesaj zaten kadından bu yüksek 5 beklentiyi sıraladıktan sonra, erkeklere "yalnızca en çok istediğiniz iki özelliği seçin" diyordu. Yani bir kadında bulunmasını en çok istediğiniz o iki özelliğe karar verin, ona göre eş seçiminizi yapın diyor. Çünkü bir kadının tüm beklentilerin hepsini birden karşılaması ihtimali çok düşüktür. Evet maalesef üzücü ama hiçbir zaman mükemmel kadına sahip olamayacağız. Çünkü, biz erkekler de mükemmel değiliz. Ama kadınlardan olan beklentiler eklerden olan beklentilerden çok daha fazladır. Ancak bir kadının toplumun, ailesi veya eşinin kendisine yüklediği tüm bu beklentileri aynı anda karşılaması imkansızdır. İstiyoruz ki kadın hem çalışsın, para kazansın, evine maddi destek olsun, hem evini tertemiz yapıp eşi ve çocuklarına hijyenik bir ortam sağlasın, onların kıyafetlerini yıkasın, ütülesin, istiyoruz ki, kadın en usta aşçılar kadar mükemmel lezzetli yemekler yapsın, hep aradığımız ve bunu eşimizin yüzüne söylediğimiz "annemizin yemeklerini " bize aratmasın. Sonra istiyoruz ki eşimiz her daim fit kalsın, kilo almasın, her daim güzel çekici ve seksi olsun. Her daim güzelliğinin farklı yansımaları ile bizi şaşırtsın. Kilo aldığı için acımasızca eleştiriyoruz. Ha, bir de toplumun, ailelerimizin, akrabalarımızın ve komşularımızın da kadından beklentileri var. İyi annelik, iyi komşuluk gibi toplumun gözündeki "mükemmel kadınlık veya mükemmel annelik" beklentileri var. Ama kadınların bu yükün altından kalkmaları mümkün değildir. Onu tarifsiz sıkıntılara sokmaktır. Tüm bu beklentileri karşılamaya çalışan, mükemmel kadın olabilmek için nafile çabalar içine giren kadınlar da var. Hani "kariyer de yaparım, çocuk da" tekerlemesinin ifade ettiği yaşam şeklinin ne kadar sürdürülebilir olduğunu bilemiyorum. Sosyal, bireysel, ailevi tüm beklentileri karşılamaya çalışan kadınlar bir müddet sonra, tükenmişlik sendromu ile karşı karşıya kalabiliyorlar.

 

Kadın Cenneti de Cehennemi de Yaşatabilir!!!

İngiliz yazar William Golding demiş ki; "Kadınlar erkeklerle eşit oldukları konusunda aptalca bir mücadele sergiliyorlar. Aslında kadınlar erkeklerden her zaman daha yüce ve büyüktürler. Kadına her ne verirseniz, kadın onu büyütür ve çoğaltır. Eğer kadına sperm verirseniz, size çocuk verir. Eğer ona bir ev verirseniz, size bir yuva verir. Eğer ona sebze verirseniz, size yemek verir. Eğer ona gülücük verirseniz, o size kalbini verir. Kadın, her şeyi misliyle çoğaltır ve size verir. Eğer yanılıp da ona çer çöp verirseniz, karşılığında tonlarca pislik almaya hazır olun!" Ne kadar da muhteşem bir tespit bu. Bu sözlerin önünde sadece şapkamızı çıkarabiliz. Eğer kadın isterse, erkeğine bu dünyada cenneti yaşatabilir. Evet, bir kadın bir erkeği mutlu edebilir, yüceltebilir, tam tersine tüm hayatınızı zehir ederek size cehennemi de yaşatabilir.

5 Mayıs 2021 Çarşamba

Hayattan Keyif Almayı Bilmiyoruz

 

Toplum olarak hayatımız mücadele ve koşturmacanın yanında, hayatımız gereksiz bir itiş kakışlar ile geçiyor. Bu yüzden en rahat ve huzurlu olmamız gereken dönemlerinde bile huzursuz oluyoruz. Hayatımın bir döneminde Avrupa'ya gittiğim zamanlarda Batı toplumlarının nasıl uysal ve kibar toplumlar olduklarını hayretle görüp çok çok şaşırmıştım. Özellikle İspanya, İtalya, İngiltere ve Almanya'da bu durumu gözlemlemiştim. Beni şaşırtan şeyler, insanların birbirlerini tanımasalar da selamlaşmaları, birbirlerine karşı bizden çok farklı bir kibarlık içinde olmalarıydı. Ülkelerinin kalabalık olmasına rağmen, trafikte, caddelerde ve parklarda genelde bir sessizliğin ve huzurun hakim olmasıydı. Ne kadar trafik olursa olsun, insanların acele etmeden, yaygara yapmadıklarını, kornaya basmadan, sıkıştırma ve kurallara uymama gibi şeyler yapmadan trafiğin genel akışını koruduklarını gördüm. İnsanlar, gençler, çocuklar ne kadar kalabalık olurlarsa olsunlar gürültü ve yaygara yapmadıklarını ve hiçbir kimseyi rahatsız etmeden eğlendiklerini gördüm. Hatta sadece insanları değil, Avrupa'lı ailelerin köpekleri dahi bir sükunet ve sakinlik içinde olduklarını, köpeklerini çevreyi ve insanları rahatsız etmeyecekşekilde eğittiklerini gözlemleyerek şahit olmuştum. Avrupa ülkelerinde ilkbahar ve yaz mevsimlerinde yerel festivaller ve halka açık müzik konserleri yapılır. İnsanlar gerek aileler olarak, gerek arkadaşlar olarak bu festivallere ve konserlere giderler. Öncesinde insanlar etrafa kurulan atıştırmalık ve yemek standlarından yiyip içebildikleri gibi, alkollü içki de alabilirler. İçki içilsin veya içilmesin, kimse konsere veya festivale yalnız gelmiş bir kadını rahatsız etmez. Etrafta gürültü ve yaygara yapan hiç kimseyi bulamazsınız. İnsanlar başkalarıyla ilgilenmeden kendi halinde eğlenir festivalin etkinliklerinin ve söylenen şarkıların coşkusuna kaptırıp kendi arkadaşlarıyla, aileleriyle veyahut da kendi kendine eğlenir ve giderler. Çünkü Avrupa toplumlarının hayat ilkesi yaşamdan keyif almak üzerine kuruludur. Dünyaya bir defa geliyoruz düşüncesiyle hayatlarını kimseyle kavga etmeden, itiş kakış yapmadan, stres yapmadan, eğlenerek, günlerini en güzel şekilde yaşayarak geçirmeye çalışırlar. Aynı şekilde insanların genellikle sohbet etmek, buluşmak, eğlenmek ve yiyip içmek için akın ettiği, içkinin su gibi içildiği barlar, klüpler ve restaurantların olduğu mekanlarda da genelde pek olay çıkmaz. Bizde ise, Avrupa'daki kadar içki tüketimi olmadığı halde, kadınlara laf atma, sarkıntılık etme, rahatsızlık verme vukuat ve kavga gibi tatsız olaylarının sonu gelmez. Avrupa'da bir genç kız, rahatsız edilmeden gece 11:00-12:00 gibi sokağa çıkabilir. Rahatsız edilmeden, sıkıştırılmadan metroya veya otobüse binip, gideceği yere gidebilir.

Biz ise toplum olarak en mutlu olmamız gereken zamanda bile kendimize mutluluğu çok görüyor yerine efkarlanmayı, bunalımı ve hüznü tercih ederiz. Örneğin eğlenmek ve güzel bir gün geçirmek üzere gittiğimiz spor karşılaşmaları, basketbol ve futbol maçlarında esşiz bir şölen ve coşku yaşamak yerine, çoğunlukla kavga, gürültü, nefret ve itiş kakış ile bitiriyoruz. Elin Avrupalısı ailesiyle veya arkadaşlarıyla eğlenmek, güzel bir spor karşılaşması izlemek için maça giderken, bizim taraftar kitlesi ise çoğunlukla küfür edip boşalmak ve sürü psikolojisi içinde olmanın verdiği öz güven patlamasıyla kendi ilkel benliğini (egosunu) tatmin etmek için maça gidiyor. Aynı şekilde Avrupalılar eğlenmek ve güzel bir gece geçirmek için içki içerken, bizim toplumumuzda genelde dertlerini unutmak, hüzünlenmek ve efkarlanmak için içki içiliyor. "Çok güldük, kesin başımıza bir iş gelecek!" sözünü duymuşsunuzdur. Toplumumuzda bu sözün doğruluğuna o kadar inanmışızdır ki, mutluluk zamanlarımızda hemen bir korkuya kapılırız. Başkalarının kem gözlerle nazar ederek bizi kıskanmalarından korkarız. Fazla gülmeyi ve eğlenmeyi kendimize yakıştırmayız. Eğer çok güldük ve eğlendiysek kendimizi suçlu hissederiz. Çok gülen ve pozitif olan insanları ciddi bulmaz, fazla gülmeyi ve eğlenmeyi iyi karşılamayız. Çok gülen, herkese gülen, herkesle konuşan kadınları hafif bulur ve iyi gözle bakmayız. Toplum olarak hayatı çoğunlukla kendi kendimize zorlaştırıyoruz. Sosyal yaşamda, evde, trafikte, caddede, devlet dairesinde, iş yerinde, caddelerde, ticarette, askerde, binalarımızın yapımında kural, hak ve hukuk tanımayarak etrafımızdaki diğer insanların hayatlarını bilerek veya bilmeyerek zorlaştırıyor, hayatı onlara zehir ediyoruz. Adeta kendi kendimize hayatı dar edip, kendi ellerimizle kendi boğazımızı sıkıyoruz. En çok da bu durumu trafikte görüyoruz. Trafik ışıklarına riayet etmiyor, hız sınırlarına uymuyoruz. Şerit ihlalleri yapıp, birbirimize sıkıştırıyor,  tehlikeli araç kullanıyoruz. Trafik kurallarına uymayarak uyanıklık yaptığımızı veya kar yaptığımızı sanıyoruz. Ancak farkında olmadan kendi kendimizi cezalandırıyoruz. Kurallara uymayarak, birbirimizi sıkıştırarak sürekli kazalara yaklaşarak kendimizi ve diğer sürücüleri strese sokuyoruz. Bu yaşadığımız ve yaşattığımız stres ile kendi ömrümüzü kısaltıyor, kendi hayat kalitemizi düşürüyoruz.

Eksiğimiz, Estetik Anlayışımız

 Bir yanımız Doğulu, bir yanımız Batılı ama aslında ne Doğulu ne de Batılıyız. Bir ayağımız plazalarda, rezidanslarda ama bir ayağımız gecekonduda çamurda. Bir ayağımız şehirde, bir ayağımız köyde, tarlada. Toplum olarak büyük bir hızla değişiyor, dönüşüyor, aynı zamanda dejenere oluyoruz. 60 yıl önce nüfusumuzun yüzde 80 i köylerde yaşarken, şimdi yüzde 80 şehirlerde yaşar hale geldi. Çok hızlı bir dönüşümle çoğunluğumuz köylü toplumu iken, birdenbire şehirli oluverdik. Artık her tarafımızdan lüks siteler, rezidanslar, alışveriş merkezleri, gökdelenler fışkırıyor. Ancak estetik algısından hala çok uzaklardayız. Kabul etmek gerekir ki, Türkiye Cumhuriyeti olarak, tüm zenginliğimize rağmen atalarımızın kurduğu Osmanlı ve Selçuklu devletlerinin estetik anlayışından dahi oldukça gerilerdeyiz. Bunun için 1900’lü yıllarda çekilen İstanbul fotoğrafları ile şimdilerde çekilen İstanbul fotoğraflarına bakmak yeterlidir. Yada uzun yıllar Osmanlı'ya başkentlik yapmış Bursa gibi, yada çok köklü bir geçmişi olan İzmir gibi kadim şehirlerimize bakmak yeterlidir. Bu kadim şehirlerin korumamız gereken tarihi ve kendilerine has mimari dokularının; nasıl vahşice yağmalanarak yok edildiğini anlamak hiç de zor değildir. Tarihi binaların ve tarihi kalıntıların yerine çirkin apartmanlar dikerek tarihi silueti nasıl bilinçsizce katlettiğimizi yerinde görüp anlayabilirsiniz. Bursa'da tarihin nasıl yok edildiğini bulamadığınız tarihten anlayabilirsiniz. İstanbul'un Kapalıçarşı'sı ve Bursa'nın tarihi çarşılarının bilinçsiz sahiplerince tıkış tıkış mal doldurarak, çirkin ve büyük tabelalarla nasıl yok edildiğini kendiniz de görebilirsiniz. Sadece bu tarihi şehirlerimize ve İstanbul'a has olmayan bu yağmalama ve mimari dejenerasyonu neredeyse tüm şehirlerimizde görebilirsiniz. Şehirleşmede ve mimaride maalesef atalarımız olan Osmanlı ve Selçuklu İmparatorluklarından fersah fersah gerilerdeyiz. Bunun nedeni, liyakatli mimarlara iş vermeyip, kanunları ve hukuku uygulamayışımızdır. Diğer neden de, estetik ve yaşanılası şehirler ve binalar inşa etmek yerine rantı ve aç gözlülüğü ön plana alan zihniyetimizdir.

Estetik anlayışımızın gelişmemesinde bu hızlı şehirleşmenin büyük bir etkisi olduğu yadsınamaz. Ancak bunun altında yatan esas nedeni, kökenimizin Asya göçebe kültürü olmasından dolayı yerleşik hayat kültürüne, sanata ve estetiğe dair bir kültür birikimimiz oluşmamış olmasıdır. Bu yüzden, yaptığımız binalar, evler iş yerleri, kurduğumuz şehirler, kasabalar, köyler birer plansızlık ve çirkinlik abidesidirler. Yaptığımız devlet binaları ise dokunsanız yıkılıverecek bir çürüklükte, estetikten uzak birer ucubelerdir. Yeşil alanların bilinçsizce katliamı neticesinde yeteri kadar park, nefes alma ve dinlenme alanı bırakılmadığı için şehirlerimizin bir çoğu yaşanılası şehirler olmaktan uzaktır. Şehirlerimiz üstünde yaşayan insanları adeta sıkarak boğar ve nefessiz bırakır. Şehirlerimiz ve sanayi iç içedir. Sanayimiz şehirlerimizi besler ve büyütür fakat yandan da sanki kadermiş gibi insanları zehirler ve boğar. Hayatımın büyük bölümünü yaşayarak gözlemlediğim Gebze ve güzelim Darıca'nın kaderi böyle çizilmiştir. Geceleri fabrikalardan salınan zehirli ve boğucu gazlarla çevrelediği yerleşim yerlerindeki insanlar ve hayvanlar yavaş yavaş zehirlenir. Benim yaşayarak çaresizce şahit olduğum, belediyelere ve devletin en yüksek kademelerine şikayet ettiğim halde hiç bir şeyin değişmemesinden dolayı çaresizce kabullendiğim gerçekler, sadece güzelim Kocaeli, Gebze ve İstanbul'a özgü değildir. Bu vurdumduymazlık ve kayıtsızlık hemen hemen gelişmekte olan her şehrimizde görülür. Devlet tarafından yeterli denetim olmadığı için, havası, suyu, toprağı, deniz kıyıları sanayi kuruluşları tarafından fütursuzca kirletilir ve zehirlenir.

Bu duruma karşın iyileşme yönünde bir bilinçlenme görmediğim gibi, geleceğe olan inancımı ve güvenimi de kaybediyorum. Sanırım biz bu şehirleşme ve yerleşim işini asla öğrenemeyeceğiz. Asla yaşanılası, tarihi dokuyu koruyarak, doğa ile uyum içinde, ferah ve sağlam şehirler kuramayacağız. İnsanların yaşamaktan gurur duyduğu, caddelerine, sokaklarına, çeşmelerine, park ve bahçelerine övgüler düzüp, şiirler yazdığı huzur dolu ve romantik şehirler kuramayacağız. Çünkü öğrenmeye ve kendimizi geliştirmeye hiç niyetimiz yok.

Trafikte de Hayatı Birbirimize Zehir Ediyoruz!

 

Trafik ve Kader

Ülkemizde trafik bilinci, kurallara uyma ve uydurma konusunda bir vurdumduymazlık ve umursamazlık gözlemlenmektedir. Bizler toplum olarak, ülke olarak trafik kazalarından, trafiğin denetlenmesinin gerekliliği açısından hiç bir ders çıkaramadık. Bu konuda oldukça bilinçsizliğin ve kural tanımazlığın yaygın olduğu güzel ülkemizde binlerce insanımızı her yıl trafik kazalarında kaybediyoruz. Sonrasında birçoğumuz hatta devlet yetkililerimiz dahi trafik kazalarını topluca kadere ve alın yazısına havale ediyoruz. Halbuki ileri toplumlar ve Avrupa ülkelerinde daha az trafik kazası olmaktadır. Ülkemizde kadere havale edilen sebepler, içselleştirilerek tevekkülle kabullenmeyi de beraberinde getirmiş durumdadır. Bu yüzden, toplumumuzdan hiç kimse ve hiç bir kurum, kazaların bir daha tekrarlanmaması için ciddi bir çaba içine girmiyor. Ülke olarak, kazaların önlenmesi için denetim ve bilinç oluşturma yerine, çoğu zaman bu yaşanan kazaları "kader"e havale ederek üzülmeyi, bir süre sonra da unutmayı tercih ediyoruz. Eğer bu yaşanan kazalar, kader ise, neden Avrupa ve gelişmiş ülkelerde bu kadar çok sayıda kaza olmuyor da bizim gibi az gelişmiş ve bilinçsiz ülkelerde oluyor, Azrail neden  bizim ülkemizde fazla mesai yapıyor? soruları yanıtsız kalıyor. Artık trafik kazalarının kader değil de ihmal, vurdumduymazlık, bize bir şey olmazcılık ve denetimsizlik olduğunu ne zaman idrak edeceğiz?

 

Yol Cengaverleri (Mad Max'leri)

Yol cengaverleri tıpkı her gün canlı olarak izlediğimiz modern Mad Max filmleri gibi bir mücadeledir. Altlarında genellikle Wolkswagen Volt, Mercedes Sprinter ve bilumum servis minibüsü olan araçlar ve markaları... Bu cengaverler sabah aldıkları çalışanları ve öğrencileri iş yerlerine, akşam iş çıkışı da işyerlerinden ve okullardan alıp evlerine götürürler. Sanırım o görev duygusunun insana verdiği ağırlığı ve etkisi ile olsa gerek, yol cengaverleri, ölümden korkmayan savaşçılar olarak yola atılırlar. Hızla akan fakat yol vermeyen, yol vermeye de niyeti olmayan şeritlere yollara kafalarını sokarak ana yolu keserler. Bu olayı Gebze'de her sabah işe gelirken şahit olur, nefesim kesilerek bu mücadeleye şahit olurum. Hatta bu kesilen ana yolun karşı tarafını da başka bir cengaver keser. Böylece hızla akan bir yol, karşılıklı olarak kesilmiş, hiç olmayan bir yer dört yol kavşağına dönüşür. Evet trafik bir mücadeledir, her gün yaşanan bir savaştır ülkemizde. Cesur, atak, gözü kara cengaverler bu trafik düzeninin fedaileridir. Yan yollardan, toprak yollardan, ters yönlerden, kaldırımlardan, tarlalardan, olabilecek en kısa yollardan cengaverler adeta akın akın ana yollara kamikaze gibi dalarlar. Misyonları; yolcularını, personelleri şirketlerine mesailerine yetiştirmektir. Vizyonları ise kendilerinin ve taşıdıkları personel ve öğrencilerin kelleleri koltukta olsa bile, “ne pahasına olursa olsun!” menzile ulaşmaktır.

 

Kuralsızlığı Seviyoruz

Kurallara uymadığımız gibi uyanları da yoldan çıkarıyoruz. Birbirimizi daha da bozarak dejenere ediyoruz. Birçok kişinin yaptığı gibi, bir zamanlar ben de, trafikte karşı şeritte bir radar kontrolü varsa, selektör yaparak karşıdan gelen sürücüleri hevesle uyarırdım. Hatta bu davranışı çok kutsal ve iyi bir davranış olarak görürdüm. Süratli ve tehlikeli araç kullanan birinin polis kontrolünden kurtulmasını sağlayarak topluma, insanlara ve kendi devletimize zarar verdiğimin farkında bile değildim. Hatta bir yaz akşamüstü iş seyahati için gittiğim Eskişehir’den dönerken, karşı şeritte bir radar çevirmesi olduğunu gördüm. Sonrasında selektör ve flaş yaparak karşı şeritten gelen sürücüleri uyarmaya başladım. Verdiğim mesajı anlayanlar ve alanlar selektörlerle, korna çalarak ve ellerini kaldırarak bana teşekkür ediyorlardı. Böyle devam ederken karşıdan çok uzaktan gelen bir arabayı da uyarmaya başladım. Ama araba mesajı anladığına dair hiçbir cevap ve sinyal vermiyordu. Ben de anlamadığı düşüncesi ile heyecanla selektör yapmaya devam ediyordum. Sonra araba yaklaşınca anladım ki, bir polis aracına selektör yapıyormuşum. J Yanımdan geçerken bir anda içindeki polisle göz göze geldik. Kendimi biraz suçlu hissettim, ama hızla geçip farklı yönlere doğru uzaklaşmıştık bile.

Polisin insanları ve toplumu bir nebze olsun düzene koymak için nadiren yaptığı kontrolleri dahi bozuyor ve dejenere ediyoruz . En basitinden aşırı hızlı giden sürücüleri tespit için kurulan radar ve birtakım yasal kontrollerine yakalanmamak için birbirimizi uyarma alışkanlığımız. Sanki iyi bir şey yapıyormuşuz gibi trafik kontrollerine yakalanmamak birbirimizi uyarmayı bir borç biliyoruz.

 

Açın Önümüzü Kardeşim!

Trafikte araba kullananlar olarak bunu neredeyse her gün yaşarız. O kadar sabırsız insanlardan oluşan bir toplumuz ki, bazen bu durum insanı çıldırtacak düzeye geliyor. Adeta bu ülkede yaşamaktan nefret ettiriyor. Arkadan gelen, önünüz kapalı olduğu halde sizden ısrarla yol isteyen, sizi sıkıştıran, makas atarak önünüze girmek isteyen çok uyanık ve girişken vatandaşlarımız, adeta "açın önümüzü biz gitmek istiyoruz" diyorlar. Önünüzün kapalı olduğunu gördükleri halde, öyle bir gaza basıyorlar ki, yol olsa uçup gidecekler. Neredeyse kanatları çıkacak, adeta fezaya çıkacaklar. Böyle sökün anlarında toplum olarak, nasıl hala yarı vahşi ve yağmacı olduğumuzu görüyorum. Bunu yapanlar nasıl bir zekaya sahipler? Yada gerçekten düşünemiyorlar mı? Bir kişiyi daha sollasan ne olacak, ilerisi zaten tıkalı… Boşu boşuna kendisi stres yaşadığı yetmiyormuş gibi, önündeki araçların sürücülerini de sıkıştırarak, boş olmayan yolu ısrarla isteyerek diğer insanları da strese sokuyorlar. Böyle davrananlar belki gerçekten düşünemiyorlardır. Kim bilir...

 

Trafikte Kaybet-Kaybet

Kaybet-kaybet paradigmacı bir toplum olduğumuzu hayatın bir çok alanından yaptığınız gözlemlerle anlayabilirsiniz. En kolay yolu da trafikteki davranışlarımızı gözlemlemenizdir. Örneğin, kendi yolumuzun kapalı olduğunu bile bile kavşağa girip, diğer akabilecek yönleri de sıkıştırıyoruz. Bir tarafa yeşil yanıyor ancak önü kapalı olduğu için kavşağa girmemesi gerekiyor. Ama kendisine yeşil yandığını gören araç sürücüsü kavşağa dalıyor. İlerleyemeyeceğini bile bile. Kavşak kilitlenince diğer açık olan yöne gidecekler de ilerleyemediği için kavşak tamamen bir kilit oluyor. Bu sefer, haklarının yendiğini düşünen tüm araç sürücüleri her yönden kavşağı zorluyorlar. "Bana yanan yeşil ışıkta beni geçirmediler,  ben de onları kilitleyeyim!" diye düşünerek her yönden, sağdan, soldan, önden, arkadan kafayı sokarak ilerlemeye çalışıyorlar. Ve Tüm yönlerden kavşağa girmeye çalışıyorlar. Adeta; ben gidemiyorum, başkaları da gidemesin mantığı. Tam bir kaybet-kaybet paradigması.  Bu mücadele her sabah Gebze Şekerpınar kavşağında yaşanıyor. Eminim ki, İstanbul ve diğer büyükşehirlerin kavşaklarında da aynı şeyler her sabah ve akşam yaşanıyordur. Sonuçta el birliği ile kavşağı kilitleyip, hiç birimiz ilerleyemiyoruz. Tabi ki, ülkemizdeki ne yaptıklarını hiç çözemediğim trafik polisleri trafiğin yoğunlaştığı sabah ve akşam saatlerinde hiç bir zaman, ortada görünmüyorlar. Halbuki trafik polisine trafiğin en yoğun olduğu sabah ve akşam saatlerinde ihtiyaç yok mudur? En azından sürücüleri trafik ışıklarına uydurmak için. Bu "önün kapalı ise kavşağa girme" kuralı bizde de yeni çıktı ancak sürücüler bu konuda bilinçsiz olduğu için uygulanmıyor. Fakat Avrupa da çok güzel uygulanıyor. Eğer sürücünün önü, yolu kapalı ise kavşağa ve ışıklara girmiyor, bekliyor. Çünkü girmesinin kendisine hiç bir faydası yok kavşağı ve yolları kilitlemekten başka. Bu bilinç düzeyi Avrupalıların hayatlarını kolaylaştırdığı gibi, boşuna sinir, stres yükünden de kurtuldukları için ömürlerini uzatıyor.

 

Aslında Trafik Kurallarına Uymak Trafiğin Akışını Hızlandırıyor

Yavaş akan trafikte, trafiği daha da yavaşlatan şey, insanların kurallara uymaması ve “hep akan şeritte olma” isteğidir. Bu “hep akan şeritte olma” felsefesi yüzünden de sık sık hatta çoğu zaman tehlikeli bir şekilde şerit değiştirmesidir. Aslında herkes şeridinde devam etse, trafik daha hızlı akacak. Bu durum da, yine hayatı kendi kendimize zorlaştırma örneği olarak karşımıza çıkıyor.

Ben Avrupa'da trafiğin akışını gözlemleme şansı buldum. Herkesin kurallara uyduğu ülkelerde trafik çok daha hızlı akıyor. Çünkü insanlar birbirlerine ve kurallara uyulacağına güveniyorlar. Bu güvenle de trafiğin akışı bizim trafiğimizle karşılaştırınca inanılmaz bir şekilde artıyor. Ben Almanya'da şehir içinde 3 şerit yolda, şeritlerin tümü dolu olarak 50KM hızla sürücülerin virajlara güvenle girdiğini görünce hem çok korkmuş, hem de şaşırmıştım. Ama hiç bir sürücü şerit ihlali yapmadan, hız kesmeden güven içinde virajlara yüksek hızlarla girebiliyorlardı. Bizde olsa o virajlı yolda birçok sürücü şerit hakimiyeti özürlü olduğumuz için üç şeritlik yol, tedirginlikten dolay tek şeride veya iki şeride düşmüş olurdu. Yine Avrupa'da herkes birbirine güvenip, kurallara uyulduğunu bildikleri için, ışıklarda ve kavşaklarda yeşil yandığı anda güvenle yüksek hız yapabilmektedirler. Maalesef bizde ise, size yeşil yansa bile önünüze araç yada yaya, kimin atlayacağı belli olmadığı için, hep bir tedirginlik içinde araç sürdüğümüz için trafiğin akış hızı yavaşladıkça yavaşlamaktadır.

 

Trafik Terörü

Ülkemiz yıllardır teröre karşı mücadele ediyor. Terör eylemlerini önlemek için milyar dolarlar harcadık, hala da harcıyoruz. Ancak ülkemizde herkesin her gün görerek kanıksadığı bir diğer terör de yaşadığımız trafik terörüdür. En az PKK terörü kadar zararlı ve dehşet vericidir. Belki de trafik terörü PKK teröründen daha fazla insanımızın kaybına yol açmıştır, hala da açmakladır. Her yıl binlerce yetişmiş ve değerli insanımızı trafikte kaybetmekte, yada sakat bırakmaktayız. Trafik kazalarının ülkemiz ekonomisine ve sigortacılık sektörüne verdiği korkunç zarar da cabasıdır. Bu duruma rağmen, ne toplumda ne de devlet yönetiminde bir ortak bilinç gelişmiş değil. Genel eğilim, tüm kazaların kadere ve taktiri ilahiye havale edilmesidir. Bir kadermiş gibi trafiğin bizdeki gibi keşmekeşini, vurdumduymazlığını, tabiri caizse trafik terörünü ve katliamını kanıksamış gibiyiz. Neden gelişmiş ve ileri ülkelerde trafik düzeni saygı sevgi içinde akıp çok az kaza oluyorken, bizdeki kaosu, kaza oranlarını ve nerede yanlış yaptığımızı sorgulamıyoruz bile?

Neden trafikte seyreden sürücü profillimiz bu kadar kötü? Daha doğrusu, ülkemizin insan profili neden bu kadar kötü? Trafikte vızır vızır bir çok psikopat dolaşıyor. İnsanlar arabanın içinde iken, kendilerini hiç bir şeyin etki etmeyeceğini zannedip, altındaki arabalarını diğer arabaları sıkıştırabilecekleri bir silah olarak görüyorlar. Yol alabilmek için adeta kendilerini, arabalarını ve arabalarının içindeki insanların hayatlarını tehlikeye atıp bilinçsizce diğer aracın önüne atılabiliyorlar. Tüm yolu kendilerinin zannedip, kimseye yol vermiyorlar. Trafikte yol verenler de, çoğu zaman arabalarına zarar geleceği kaygısıyla yol veriyor. Makas atıyor, korna çalıp yayalara ve diğer sürücülere gözdağı veriyorlar. Kavşaklardan ve ışıklardan son sürat geçip, sağdan solluyorlar, virajlara son limit hız ile giriyorlar. Otobanda aracın izin verdiği son hızla gidiyor, diğer araçlarla bazen milimetrik yakınlaşmalara giriyorlar. Trafikte adeta bir terörist gibi davranıyorlar. Allah hepimizi onların şerrinden ve kazalardan korusun.

27 Aralık 2018 Perşembe

Kapitalizm ve Post-modern İmparatorluk Amerika


Günümüz toplumları ve devletleri için ekonomik refah ve zenginliğin motoru kapitalizm, kapitalizmin motoru ise insanın doğasında bulunan hırsı ve açgözlülüğünün kullanılmasıdır. Kapitalizmin kalesi olan Amerika’nın bir dünya imparatorluğuna uzanan başarısının altında yatan ana sebep, insan açgözlülüğünü ve hırsını esas alan kapitalizmi merkezine alan bir yönetim sistemini seçmiş olmasıdır. Kristof Kolomb’un yeni dünyayı keşfinden sonra Amerika, eski dünyanın medenileşme ve ekonomik gelişiminin yanında oldukça kısa sayılabilecek bir dönemde hızla gelişmiş, dönemin hegamon güçleri İngiltere, Fransa gibi ülkeleri geride bırakarak bir dünya imparatorluğuna dönüşmüştür. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) nin bu başarısının altında yatan sebep insanoğlunun doğuştan içinde olan daha çok mal ve zenginliğe olan hırsı ile birlikte insan yaratıcılığını temel alan özgür düşünce, fikir ve teşebbüs hürriyetini birleştirebilmiş bir ülke olmasıdır. Amerika bu temeller üstünde dünya üstünde görülmemiş düzeyde bir hızlı gelişmeye, ekonomik büyümeye, teknolojik devrimlere, yeni buluşlara imza atmış, dünya üstünde benzerleri görülmemiş düzeyde büyük gelirleri olan şirketlerin yarattığı etki ile milenyum çağında dünyanın en güçlü devleti olmuştur. Amerika Birleşik Devletlerinin ve devasa şirketlerinin uyguladığı kapitalizmin motor gücü olan insani ve ekonomik gelişime zemin hazırlayan, işleyen ve insanlara güven veren bir hukuk sisteminden de bahsetmek gereklidir. İnsan yaratıcılığı ve ekonomik girişimlerin oluşabilmesi için elbette güvenilir bir hukuk sistemi gereklidir. Çünkü, güvenilir ve işleyen bir hukuk sisteminin olmadığı yerlerde ve ülkelerde insanlar yatırım yapmazlar. “Adaletin mülkün temeli” olmadığı ülkelerde insanlar zenginliğini artırmak için risk alarak yatırım yapmak yerine, sahip oldukları zenginliği ve kapitali koruma eğilimindedirler. Amerika’nın insani, ekonomik ve kurumsal gelişime imkan veren hukuk sistemi ve anayasası çok çok kolay kurulmamıştır. Uzun bir süre Amerika, hukuksuzluğun hukuk olduğu, güçlü olanın ve eli hızlı olarak tetiği çeken insanların kazandığı “Vahşi Batı “ olmuştur. Sonra Amerikalılar kendi bağımsızlıklarını Britanya İmparatorluğuna karşı kanlı bir savaş sonunda kazanabilmişlerdir. Hem yeni kurdukları Amerikan devleti için hem de Fransız ihtilalinden sonra bağımsızlık isteyen diğer halklara da destek olacak özgürlükler bildirgesini tüm dünyaya ilan etmişlerdir. Daha sonra yeni kurulan Amerika devleti, kendi içlerinde Kuzey ve Güney eyaletleri arasında uzun süren bir iç savaş da yaşamışlardır. Kuzeylilerin kazandığı bu savaş sonunda uzlaşma ile yeni bir anayasa yapılarak, özgürlük ve serbestlik ilkeleri temelinde kölelik düzeni ortadan kaldırılmıştır. Yeni dünya denilen kıtada yeni kurulan Amerika Birleşik Devletleri çok kısa bir süre içinde, insanların hangi ırktan olurlarsa olsunlar, dünyanın hangi ülkesinden gelirlerse gelsinler Amerikalı olmaktan gurur duydukları bir ülke haline gelmiştir. Amerika, insan hırsı ve açgözlülüğünü ödüllendirdiği devlet düzeni, insan hak ve hürriyetleri, teşebbüs hürriyeti ve iyi çalışan bir adalet sistemi ile desteklediğinde, ekonomik gelişme ve zenginleşme süreci inanılmaz derecede hızlanmıştır. ABD kısa süre içinde dünyanın en etkili, güçlü ve zengin devletine dönüşmüştür. Bu gelişmeler o kadar kısa bir sürede gerçekleşmiştir ki, ABD her iki dünya savaşının neticesini belirleyen ülke haline gelebilmiştir. ABD özellikle ikinci dünya savaşı sonrasında şekillenen yeni dünya düzeni ve soğuk savaş yıllarında bir dünya imparatorluğu haline dönüşmüştür.
Amerika, hiç şüphesiz siyasi yapısı ile insan yaratıcılığını ve üretkenliğini itici güç olarak kullanırken, özgürlük ve hürriyet ortamının bir diğer sonucu olan sanat ve bilimin yeşerebilmesi için olmazsa olmaz olan fikri mülkiyet haklarını garanti altına alan güvenilir bir hukuk sistemi kurmuştur. Amerika, bütün dünya insanlarının hayalinde emeklerini zenginliğe, refaha ve mutluluğa erdirecek bir fırsatlar ülkesi olmuştur. Bu hayalin ismi de iki yüzyıldır “Amerikan Rüyası “ olarak anılmıştır. Çünkü Amerika, sadece insanların hayallerini gerçeğe dönüştürecek bir fırsatlar ülkesi olmasının yanında, dünyanın her yerinden yaratıcı ve öne çıkan insanlar için karmaşadan, adaletsizlikten ve hukuksuzluktan kaçış ve sığınma yeri olmuştur. Bu yüzden dünya üstündeki totaliter ve baskıcı rejimlerden veya toplumlardan kaçan binlerce sanatçı, bilim insanı, yazar Amerika’daki özgürlük ortamında çok önemli eserler ve çalışmalar ortaya koyarak Amerika’nın kültürel ve ekonomik gelişmesine de büyük katkılar sağlamışlardır. Neden bu insanlar ABD’de yaptıkları çalışmaları kendi ülkelerinde aynı eserlerini verememişlerdir? Çünkü insan yaratıcılığı, üretkenliği, inovasyon, bilim ve sanat ancak özgürlük ortamında yeşerebilir ve büyüyebilir. Fikri hür, vicdanı hür olmayan insanlar yeniliklerle, büyük devrimlere yol açacak fikirleri, buluşları ve sanat eserlerini ortaya koyamazlar. Kendi veya yakınlarının hayatlarından endişe eden insanlar büyük sanat eserleri ortaya koyamazlar. Büyük paralar yatırarak yapacakları yatırımı, kendi ülkelerinin güven vermeyen hukuk sistemlerine emanet edemezler. Çünkü, yaşayarak görmüşlerdir ki, ülkelerindeki hukuksuzlukların, kıskanç gözlerin ve etkili çevrelerin etkili olduğu toplumlarda girişimciler büyük yatırımlara girişemezler. Bu yüzden binlerce, belki de milyonlarca insan kendi ülkelerindeki baskıcı ve despot yönetimlerinden, krallarından, devlet başkanlarından, önyargılı, hoyrat ve hoşgörüsüz toplumlarından kaçarak Amerika’ya yerleşmişlerdir. Kendi baskıcı toplumlarının dışlayan ve ötekileştiren insanlarının sebep olduğu baskılar yüzünden birçok etkili ve üstün yetenekli insan kendi ülkelerinde veremedikleri eserlerini ABD’de vermişler, Amerika’nın refahına ve gelişmişliğine çok büyük katkılarda bulunmuşlardır.
Yeni dünya düzeni ve ticarette globalleşme trendi dünya çapında büyük ve azman Amerikan şirketlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Amerikan şirketlerinin insan yaratıcılığı ile açılan ufukları, daha çok kapital biriktirme eğilimi, serbestlik ve özgürlük ortamı ile bir araya geldiğinde parasal güçlenmeye dayanan kapitalizmi daha da güçlendirmiştir. Güçlenen kapitalizm ise tarihte görülmemiş şekilde büyük şirketlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Exxon Mobil, Apple gibi dünyaca ünlü büyük Amerikan şirketleri o kadar büyümüştür ki, onbinlerce insanının çalıştığı, bütçeleri ve ekonomik büyüklükleri ile birçok ülkeden bile daha çok katma değer üreten devasa organizmalara dönüşmüşlerdir. Kapitalizmin güçlenmesi sonucunda Amerika süper bir güç haline gelirken, soğuk savaş döneminin bitmesi ve ekonomik korumacılığın azalması sonucunda güçlü Amerikan şirketlerinin tüm dünyaya yayılma eğilimine girmesi sonunda globalleşme olgusu doğmuştur. Yani, şirketlerin önünde artık hedef kitle ve pazar payı olarak sadece kendi ülkeleri ve kendi ülke vatandaşları değil, tüm dünya ülkeleri ve tüm dünya vatandaşları hedef pazar olarak ortaya çıkmıştır. Şirketlerin kazandıkları büyük miktardaki para ise daha çok para ve daha büyük gücü doğurmuştur. Daha çok zenginlik de daha çok askeri güçlenmeyi doğurmuştur. Daha çok askeri güçlenme de, tüm dünyayı domine ederek kontrol altına almaya çalışan Amerikan hegamonyasını meydana getirmiştir. Soğuk savaş yıllarından sonra Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra tek siyasi kutuplu dünyada tek süper güç durumunda kalan ABD dünyanın jandarmalığına soyunmuştur. Artık, soğuk savaş yıllarında olduğu gibi denge politikası takip etmek yerine, tüm dünya düzenini kendi çıkarlarına göre belirlemeye, belli devletlerin yönetimlerini değiştirmek için o ülkelerde karışıklık çıkarmaya başlamıştır.
Her ne kadar Amerikan kapitalizmi ülkeye ekonomik zenginlik, insanlarına refah getirse de, uygulamada büyük eksiklikleri vardır. Amerika’da ekonomik çıkar ve gelir üstüne kurulu aç gözlü bir kapitalizm uygulanmaktadır. Çoğu zaman bireyler ve çalışanlar bu kapitalizmin pençeleri arasında kurban edilmektedir. Amerika devleti ekonomik zenginliğinin yanında, sosyal bir devlet değildir. Amerika’da “her koyunun kendi bacağından asıldığı” bir düzen vardır. Sosyal güvenlik birikimleri ve sağlık tedavi masrafları dahi, Amerikan vatandaşlarının kendi sorumluluğu altındadır. Bir araştırmaya göre, dünyada en çok evsiz sayısının olduğu ülkelerden birisi ABD’dir. Kapitalizm devlet ve ülke kalkınmasında gelişmenin motorudur. Demokrasi, bireysel hak ve özgürlükler ile bir araya geldiğinde dünya üzerinde kurulmuş en iyi yönetim sistemi gibi görünmektedir. Ancak yine de bu avantajlarına rağmen Amerikan devlet sistemi mükemmellikten uzak olup, aksayan yanları vardır. Özellikle insanlardaki hak ve adalet duygusunun korunamaması durumunda, bireyleri, büyük ve zengin şirketlerin, patronların ve güçlü lobileri olan petrol ve silah şirketlerinin, amaçlarını elde edebilmelerinin bir parçası, kölelerihaline dönüştürdüğü mevcut ortam kapitalizmin sonunu getirebilir. Bizim ülkemizde herkesin bildiği bir söz vardır; “Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar. Kapitalizmden oluşan refahın adil olarak bölüşülmediği, şirketlerin ve patronların oluşan karları ve kazanımları çalışanları ve halk ile bölüşmediği, zengin bir azınlık kesimin hep daha zengin olduğu, geniş halk yığınlarının ise gün geçtikçe fakirleştiği bir ortamın sürdürülebilirliği yoktur. Bir gün beklenmedik bir şekilde insanlarda bir itaatsizlik, haksız düzene karşı bir başkaldırı ve isyan başlayabilir. Ben Amerika’da büyük şirketlerin ve kapitalizmin yerle bir edileceği tersine bir halk devrimi bekliyorum. Ve bu tersine devrimin nerede duracağı asla tahmin edilemez. Jack Ma’nın endüstri 4.0 devrimi için dediği gibi, “teknolojik ve ekonomik gelişmede bireyler ve insanlar ihmal edilirse, bu teknolojiyi ve tüm ekonomik kazanımları yok edecek tersine bir devrime yol açabilir.”
Bir yanda alabildiğine kapitalist, liberal, diğer yanda ise sosyal ve adil bir devlet düzeninin nasıl olması gerektiği konusunda Almanya'dan alınacak binlerce dersler vardır. Almanya'da insanlar devletine güvenirler. İşsiz kaldıklarında 8-10 ay değil, işsiz kaldıkları sürece evini geçindirebilecek minimum miktarda işsizlik maaşı alırlar. Almanya'da annelik, babalık, evlilik, hastalık veya sakatlık gibi durumlarda devletin şefkat elini gösteren cömertliği de had safhadadır. Alman vatandaşlarının oldukça yüksek sosyal hakları vardır. Almanya, sahip olduğu üretim gücü, verimlilik, ürettiği ürünlerde sağlamlık, kalite ile tüm dünya üstünde bir marka haline gelmiştir. Almanya, global dünyada katma değeri çok yüksek ürünlerin üretildiği dünya çapındaki büyük şirketleri ile en kapitalist ülkelerden birisidir. Ayrıca, refah seviyesi sıralamasında da, dünyanın en müreffeh ülkelerinden biridir. Şaşırtıcı bir şekilde Almanya vatandaşlarına ve çalışan kesime sağladığı imkanlar ve yaptığı sosyal yardımları ile belki de dünyadaki en sosyalist ülkedir. Yani Almanya devletinde hayatın her yönündeki denge göze çarpar. Gelişmenin motoru olan kapitalizm ile devletin şefkat yönünü gösteren sosyal yardımlar, insanlar arasındaki eşitlikçi politika anlayışı ve sosyalizmi bir araya getirip dengeye oturtmuştur.
Ülke olarak bizler de serbest liberal ekonominin bir sonucu olan kapitalizm sistemini uygulamaktayız. Kalkınma, ilerleme ve muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkabilmek için bizler de global liberal ekonomik düzeni benimsemiş bir ülkeyiz. Ancak, Türkiye olarak Amerika ve Almanya gibi kapitalist ülkelerden farklı olarak yalnızca insan açgözlülüğünü esas alan vahşi kapitalizmi uygulamaktayız. Kapitalizmi frenleyebilecek, regüle edip kurallara uymasını sağlayacak adil, güvenilir ve şeffaf bir adalet sistemini kuramadığımız gibi, insanların en az sömürüleceği, sınıf farkının insanın gözüne sokulurcasına bariz olmadığı, insanların kendilerini sistemin içinde köle gibi hissetmeyeceği, vergi yükünün hakça bölüşüldüğü sosyal devlet yapısını maalesef kuramadık. Üstelik millet olarak serbest düşünce, özgürlük, hoşgörü ve fikir hürriyeti ayakları ise tüm tarihimizde olduğu gibi yine eksiktir. Çünkü bizler toplum olarak bu erdemlerden ziyade güce biat etme kültürümüz olduğu için, muasır medeniyet seviyesini yakalamanın tek yolu olan insan yaratıcılığı, üretkenliği ve bunların itici gücü olan sanat ve bilim maalesef toplumumuz içinde hiçbir zaman yeşermeye imkan bulamamıştır.  Aradan çıkan ayrık otu gibi filizlenen birkaç değerli insan ve onlar ve girişimleri, toplumdaki otoriteler tarafından veya kıskanç gözlülerin ellerinde hoyratça yolunarak kökünden koparılmıştır.
Ayrıca, Amerika’nın takdir edilmesi gereken gelişmesinin motoru olan bireysel özgürlükler, hukuk sistemi ve liberal ekonomisinin yanında, lobiciliğe ve güç dengelerine dayalı siyasal sistemi sosyal patlamalara ve her an kırılmaya hazır fay hatlarını barındırmaktadır. Zengini daha zengin, fakiri ise daha fakir yapan mevcut sistemin kırılganlığı şüphe götürmez bir gerçektir. Mevcut durumda ABD’nin siyasi sistemi güçlü lobiler ile zengin şirketlerin güdümü altındadır. Amerikan siyasi sistemi, seçimleri finanse etmek için siyasilerin seçim kampanyaları için bağış toplamasına dayalı olduğundan , siyasi kampanyaların en güçlü bağışçıları da, güçlü lobi grupları ve zengin şirketler olmaktadır. Bu durum ise halk yığınları yerine, tamamen zengin ve nüfuzlu azınlığın isteğinin siyasete ve politikaya yansımasına neden olmaktadır. Bu siyasi düzen, zengin ve seçkinci bir grubun daha zengin ve daha güçlü olmasına neden olurken, halkın isteklerinin tamamen göz ardı edilmesine yol açmaktadır. Bu durum sonsuza kadar sürdürülemez olup, sosyal patlamalara kapı aralayabilecek kırılganlık getirmektedir. Diğer yandan mevcut siyasi düzende Amerikan halkı hiç istemese de, güçlü ve zengin şirketlerin lobiciliğinden dolayı bütün dünyada nefret uyandıran yayılmacılık ve İsrail politikası on yıllardır sürdürülebilmektedir. Bütün bu risklere ve zayıflıklarına rağmen, Amerikanın şansına, dünyanın geri kalan tüm ülkelerinin beceriksizliği yüzünden güvenilir bir para sistemi oluşturulamamıştır. ABD dolarının dünya üstündeki egemenliği adeta tüm ülkeler tarafından kabul edilmiştir. ABD dolarının dünya üzerindeki bu hegemonyası sayesinde zengin lobi şirketlerinin kontrolündeki Amerika siyaseti ve askeri gücü tüm dünyayı domine etmeye devam edebilmektedir. Çünkü tüm bu askeri ve ekonomik hegemonyanın temelinde ABD doları vardır. Bunun sebebi ABD dolarının matbaasının Amerika’da bulunmasıdır. Karşılıksız dolar basma imkanı sayesinde Amerika ekonomik, askeri ve siyasi bir imparatorluğa dönüşmüştür. Bu muazzam ekonomik ve askeri güç sayesinde her iki dünya savaşının neticesi Amerika’nın müttefikleri lehine olmuştur. Ancak ikinci dünya savaşı sonrasında  ve soğuk savaş yıllarında Amerika ekonomik ve askeri olarak büyümeye devam etmiş, neredeyse tüm dünyayı domine eden bir post modern imparatorluğa dönüşmüştür. Amerikanın kapitalizm ihraç ettiği Çin gibi, Avrupa ülkeleri gibi devletlerin tuttukları yüksek oranda Amerikan doları rezervleri sayesinde ABD istediği kadar dolar basabilme imkanına kavuşmuştur. İşte bu muazzam imkan sayesinde Amerika ordusu korkunç büyüklükteki askeri bir güce dönüşmüştür. Rusya, Çin gibi ülkeler mevcut ekonomik sisteminin ve karşılıksız dolar basma imkanının yarattığı azman büyüklükteki Amerikan ordusunun tüm dünya barışını nasıl tehdit eder hale geldiğini yeni yeni fark etmeye başlamışlardır. Bu yüzden dünyanın en büyük ekonomilerinden ve ABD doları rezervi olan ülkelerinden birisi olan Çin, Rusya, gibi ülkeler ve Avrupa Birliği artık bu canavarı kısmen kendi yarattıklarının farkına varmışlardır. Çünkü, ne kadar döviz rezervi tutup ticari anlaşmaları dolar ile yaparlarsa, ABD’nin askeri ve ekonomik olarak büyümesine katkı sağlıyor olduklarının farkına vardılar. Bu yazıyı yazdığım günlerde ABD’nin başkanı olan Donald Trump’ın ülkemiz aleyhindeki beyanatları ve ülkemiz aleyhine verdiği kararlar yüzünden $ ve ₺ paritesi zembereğinden boşalmış durumda. Dolar son iki yılda neredeyse iki katından fazla değer kazanırken, bizde her geçen gün fakirleşiyoruz. Ülkemiz insanları ve yönetimimiz, boynumuza dolanmış bir deli gömleği haline gelen dolar kuru etkisinden nasıl kurtulabileceğimizin hesaplarını yapmaya başladık. Halbuki Trump, aynı oyunu daha önce Meksika, Çin, Rusya ve İran için de oynamıştı. Aslında Trump’ın Türkiye’ye karşı açıkladığı yaptırımların etkisiyle hızla sarsılan Türkiye ekonomisi ve TL nin dramını izlerken, dünya devletleri de yeni yeni dolarizasyonun gücünün ve kötülüğünün farkına varmaktadır. Anladığım kadarıyla, şimdilerde yüksek sesle dile getirilmese de, ülkemiz gibi, Çin, Rusya, İran gibi ülkeler de bu dolar gömleğinden kurtulmanın çarelerini düşünmeye başladılar bile. Bu durum hiç şüphesiz modern çağın İmparatorluğu olan Amerikanın çöküşünü hızlandıracak bir gelişmedir.
Yin Yang bize; hiçbir şeyin sonsuza kadar büyümeye devam edemeyeceğini, büyüme ve güçlenmenin olması için zayıflama ve parçalanmanın kaçınılmaz bir yaşam döngüsü olduğunu öğretir. Yin Yang olgusunu hayatın her alanında olduğu gibi devletler ve imparatorlukların doğup büyümesi, güçlenmesi, daha sonra da zayıflayıp dağılması döngüsünde kolayca görebilirsiniz. Amerikan İmparatorluğunun sonunu getirecek olan şey; dolarizasyon baskısından kurtulan dünyanın tetikleyebileceği dolar enflasyonu ve mali krizin Amerikan halkına sirayet etmesi sonucu büyük bir ekonomik buhran çıkması ile başlayabilir. Elitlerin kontrolündeki mevcut kırılgan yapı ABD’nin yumuşak karnıdır. Jack Ma’nın endüstri 4.0 için söylediği gibi, Amerikada yaşanabilecek büyük bir ekonomik kriz ve sosyal adaletsizliğin artması sonun başlangıcı olabilir. Tüm zenginler ile seçkinlere karşı başlayacak bir halk hareketi, halk yerine zengin ve güçlü elitist bir lobinin hizmetçisi haline gelmiş politik sistemi ve onun tüm ayrıcalıklarını yerle bir edebilir. Yani, mevcut Amerikan siyasi sisteminin belirleyicisi olan elit zümresini yok edecek bir tersine devrim hareketi yaşanabilir. Ben, doların güç kaybederek çöküşünün Amerikan zenginliğini yok edeceğini, halka sirayet eden geniş çaplı bir ekonomik krizin de bir avuç zenginin elit kesimin ve güçlü lobilerin kontrolünde olan siyasi sistemi yerle bir edecek bir halk devrimini tetikleyebileceğini düşünüyorum.

Bumerang - Yazarkafe